“ÖLÜ BİR
OZANIN SEVGİLİ KARISINI GÖRMEYE GİTMEK”
Behçet
Necatigil 13 Aralık 1979’da ölmüştür. İlhan Berk Bodrum Halikarnassos'tadır.
Cenazesine gidemez. İlhan Berk'in "yazdıkları en çok üstüne başına
benzeyen ozan dediği, o sevgili ozanlardandır Behçet Necatigil. Hiç kimseye
yapmamıştır. Ona da yapmaz. Baş sağlığı dilemez. Nihayet ölümünden bir süre
sonra, bir yaz öğle sonu, cenazesi kalkmamış gibi üstelik, büyük bir ıssızlık
içindeki apartmanın merdivenlerini çıkar. Kapıyı çalar. Issızlığın içinde açılan
kapı, şairi daha büyük bir ıssızlığa atar, bırakır. Salonda her zaman oturduğu
yerde oturur. Elindeki üç beyaz gülü masaya bırakır. Evi inceler.Behçet
Necatigil'in karısı Huriye hanım yanına geldiğinde, birden ölümü görür İlhan
Berk. Necatigil'in her zaman gördüğü odasını ölümünden sonra da görmek ister.
Odaya girer. O yoktur. Huriye Hanım, İlhan Berk'i etkileyen cümleyi söyler:
"İşte, der, hangi kitabı çeksem şiirler çıkıyor arasından!" İlhan
Berk'e göre, bir ozanın karısı, geride başka neler bulabilirdi ki? Şiirler
olacaktı tabii. Çıkar odadan. Necatigil'i ve ölümü aşan bir şay kalır İlhan
Berk'in üzerinde. Sonra her şey silinir gider. Yeniden Halikarnassos'a
döndüğünde, birden Behçet Necatigil'in karısının sözleri gelip vurur İlhan
Berk'i: "İşte, hangi kitabı çeksem içinden şiirler çıkıyordu!". Sonra
"Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısı'nı Görmeye Gitmek" adlı şiirini
yazar.*
İlhan Berk
bu etkileyici şiirin hikâyesini Kült Kitap adlı kitabında şöyle anlatır**:
Hepimizin bildiği gibi
iki yıl önce Behçet Necatigil öldü. Ben Halikarnassos'daydım, cenazesine
gidemedim. Benim yazdıkları en çok üstüne başına benzeyen ozan dediğim, o
sevgili ozanlardandı Necatigil. Hiç kimseye yapmadığım şeyi ona da yapmadım:
Başsağlığı dilemedim.
Necatigil'lerin evi benim girip
çıktığım -birkaç- sevgili evlerden biridir. Geçen yaz öğle sonu (cenazesi hâlâ
kalkmamış gibi) büyük bir ıssızlık içindeki apartmanın merdivenlerini çıktım,
kapıyı çaldım. Issızlığın içinden açılan kapı, beni daha da büyük bir ıssızlığa
attı, bıraktı. Salonda her zamanki yerime oturup, sevgili karısının dönmesini
beklemeye başladım. Elimdeki üç beyaz gülü masaya bıraktım. Ev, giden ölüyle
doluydu sanki: Hiçbir eşya sanki yerinden kımıldatılmamış gibi duruyordu.
Kedileri ezik, gelip bana süründü.
Onca yaşam dolu eşi sevgili
Huriye hanım geldiğinde: Birden ölümü gördüm. Necatigil'in her zaman gördüğüm
odasını, ölümünden sonra da görmek istedim. Odaya girdiğimde her şey açıktı:
Yoktu o. "İşte, dedi, hangi kitabı çeksem şiirler çıkıyor arasından!"
Bir ozanın karısı, geride başka
neler bulabilirdi ki? Onun da bulduğu onlardı. Çıktım. Necatigil'i, ölümü aşan
bir şey kaldı bende. Sonra da her şey silindi gitti. Yeniden Halikarnassos'a
döndüğümde, birden sevgili karısının sözleri gelip vurdu: "İşte hangi kitabı çeksem arasından
şiirler çıkıyor."
II.
Şiiri
doğrular yürütür, yanlışlar yapar.
Şiiri, "Ölü Bir Ozanın
Sevgili Karısını Görmeye Gitmek"i başlatan etken böyle yukarıda anlattığım
gibi oldu.
Hareket noktam da: "Hangi
kitaba elimi atsam, şiir çıkıyor" olmalı diye düşündüm: Belleğimde bunu
evirip çevirmeye başladım. Ama bir türlü bir dizeye dönüştüremiyordum. Günlerce
bir dizeye dönüşmesi için içimden mırıldandım durdum. Sonunda ilk dizeler
geldi:
Kâğıtlar, kitaplar, dedi, nereye elimi atsam
Kiminde yarım bırakılmış bir yazı, kiminde nasılsa
Bitmiş bir şiir.
Kiminde yarım bırakılmış bir yazı, kiminde nasılsa
Bitmiş bir şiir.
Yazı, sözcüğü nedense yerine
oturmamış gibi geliyordu bana, bunun için usumda yeniden evirip çevirmeye
başladım. Sonunda buldum:
Kâğıtlar, kitaplar, dedi, nereye elimi atsam
Kiminde yarım kalmış, nasılsa bitmiş
bir şiir, kiminde…
Kiminde yarım kalmış, nasılsa bitmiş
bir şiir, kiminde…
Birden şiir bitmiş gibi göründü
bana, nedeni de yine, Valery'nin "İş
ilk köğüğü bulmaktır." Dediği gerçekleşmişti. Evet,
ama, şiir orda birden durdu, yürümez oldu. Ölüm üstüne yazılmış şiirleri
düşündüm: Haşim'i, Tarancı'yı, Beyatlı'yı açtım el uzatmadılar. W. H. Auden'nin
ünlü "In Memory Of W. B. Yeats" şiirini, Cevat Çapan'ın çevirisiyle
karıştırdım, olmadı. Necatigil'lerin yaşamını düşündüm. Ordan bir şeyler
çıkarabilir miyim diye gidip geldim. Bir konuşmayla başlayan bu şiiri burda
durdurmalı mı yoksa sürdürmeli miydi? Sürdürmek, böylece de ilk bölümü öyle
kapamak bana daha yatkın görünmeye başladı. Bir teknik uygulaması bulgusu
gerekiyordu. Bunu bir yerde başlatıp bitirmek istiyordu şiir. Öyle yapmaya
karar vermek gerekti ilkin. Öyleyse, bu konuşmayı her şeye karşın sürdürmek
düşüyordu bana. Orda bıraktım. Değil mi ki yürümüyordu. Ama kararım karardı,
bunu şiirin yapısı da bana vermemiş miydi? Öyleyse dedim, beklerim. Bekledim ve sonunda o an geldi:
Hem her şey şiirlerinde değil miydi?
Bir gök şiirlerde ağar, bir sokak şiirlerde
Gider gelirdi.
Bir gök şiirlerde ağar, bir sokak şiirlerde
Gider gelirdi.
Tamamdı. Ama bu bölümü nasıl
kapatacaktım? İstiyordum ki konuşmacının ağzından balyoz gibi bir şey inmeli,
bomba patlatmalı ve kesmeliydi. Bir
sabah o da geldi:
Böyle yaşayıp gidiyorduk.
Şimdi
sıra ikinci bölümdeydi (şiir ta baştan böyle
iki bölüm koymuş gibiydi, bu özellikle birinci bölüm bitince, kendini daha bir
belli ediyordu). Burada sözü ben
alacaktım. Ama ne diyecektim? Necatigil'lerin evini düşündüm
yeniden, oradaki beni, o görmeye gidişi, o ölü suskunluğu, acı yüzü! Birden o
yüzün sesini düşündüm, nasıl bir sesti o ses? Varla yok arası, bugün, yaralı,
ezik. Burdan gitmeliyim dedim:
Sesi,
Sanki çok ötelerden gelirmiş gibi
Ezik, suskun odaları dolaştı durdu.
Sanki çok ötelerden gelirmiş gibi
Ezik, suskun odaları dolaştı durdu.
(Elbet bu böyle rap diye gelmedi,
şimdi elimde ne denli değişimlere uğradığını gösterecek belgeler yazık ki yok.
Yalnız, sesi sözcüğünü niçin köğüğü bölerek, ondan ayırarak yazdığım, böylesini
niçin daha iyi buldum usumda. Kesmek, ayırmak hem anlam, hem de duyarlık yükünü
çoğaltıyordu, tekdüze anlatış biçimini de kırıyordu, dahası yeni bir ayraç
açıyordu ikinci bölüme.)
Şimdi de o yüzü, o yüzün devinimini
çizmeliydim, portre çıkmalıydı.
Masada duran bir kitabı gösterdi sonra
Ölünün son kez elini sürdüğü ve kaldığı
Ölünün son kez elini sürdüğü ve kaldığı
Bu anlatımda kırılmalıydı, hem
acı koymalıydı artık ağırlığını, böylece sözcüklerin anlamını aşıp
varolmalıydı; "Ben varım!" demeliydi. Şimşekler çakmalıydı. Yaşamla,
ölümün o kıl payı yeri çıkmalıydı, vurmalıydı. Öyle oldu:
Burada işte oturmuş şu kitabı okuyordu
Elinden kitabın düştüğünü gördük sonra.
Elinden kitabın düştüğünü gördük sonra.
Şimdi de son bir söz olmalıydı
ayracı kapayan ve bir bıçak gibi inen:
Hepsi bu.
Şiir burada bitti. Günlerce
içimden yineledim: kimi mırıltı, kimi bağıra bağıra sürdürdü yaşamını. Ama bir
şey aksıyor gibi geliyordu bana, yeniden ben konuşmalıydım, şiiri kapamalıydım.
Hem de acıyı kazarak, vurarak, gelip çarpmalıydı. Ama burda kaldı işte. Üstüne vardıkça, hiç oralı olmuyordu,
bıraktım ben de. Nedense bir gece o da çıkıp geldi:
Böyle dedi, yüzüne kapayıp ellerini
Alınmış gibi bir bulutun yer değiştirmesinden.
Alınmış gibi bir bulutun yer değiştirmesinden.
Bundan sonra şiiri sabah akşam
bellekten okumaya başladım. Aksayan bir yeri vurmuyordu bana. Sonra bir gün
tutup kâğıda geçirdim, yazıya döktüm. Bir zaman da öyle baktım. Enini boyunu
gördüm, gönendim. Bir sürede böyle el yazımla sürdürdü yaşamını. Sonra daktiloya
kâğıdı geçirdim, özenle yazdım. Bir başkası yazmış gibi bakmaya çalıştım bir
zaman. Şiir el yazısından çıktı mı dışlanır, yeni evreler edinir. Orda da bir
kez görünmeliydi, öyle de doğrulamalıydı kendini, biliyordum. Sonunda her şiiri
bitirdiğim zaman (istediğim olmuşsa, buna tamam diyorsa) son nefesini veren
biri gibi kimi içimden, kimi bağırarak: Harika! Sözcüğünü bastım. Bir süre de
böyle bıraktıktan, kendi kedine yaşamasını izledikten sonra, elimden çıkardım.
Artık kendi kendine yaşamalıydı, biraz da insanlar arasındaki yerinde almalıydı
yerini. Artık ordaki yerini kendi yapmalıydı. Böyle bir gücü varsa elbet.
III.
Cenindir
Şiir
Başta
da söylediğim gibi bir şiirin oluşumunun (en kısa yoldan) anlatılır yönü bunlar. Şiir
kendi gizli tarihini yine içinde saklar, yaratıcısına da açmaz. Oluşumunu
görürüz ama, nasıl oluştuğu bir gizdir. Buraya aktardığım köğükler, kendi
devimininin, yapısının yaşadığı süreçler, olgulardır. Ozan onu ne denli elinin
altında tutarsa tutsun, kendi çizgisini yine kendi çizer.
Örneğin, her şiir boyunu posunu
kendi saptar. Gerçi içerik bizim bulgumuzdur ama, biçim bize bağlı olarak
yürümez, kendi başına buyruktur. Kılıfını da kendi seçer. Bir ağacın büyümesi
nasıl bir gizse, onu öyle kabulleniyorsak, şiirin yaratılışı da böyle gizlerle
dolu bir tarihtir kısaca. Yaratıcısının işlevi her ne kadar belliyse de, oluşumu
açık değildir. Tanıma gelmeyişi bu yüzdendir. Onun karanlık tarihinden
ötürüdür. Açık olan yalnız
düzyazının tarihidir. Usun buyruğunda çalışır çünkü. Sözcük
de öyle. Şiirdeki sözcüklerse taşıdıkları bir anlamdan çok, duygu yükleridir.
Bunun için şiiri doğrular yürütür, ama yanlışlar yapar diyorum.
Giz dediğim, ozana bile kapalı
dediğim bu yanlışlar'dır belki. Yine asıl giz biçimindedir belki. İçerik
bizimdir, biçimse şiirindir, kendi oluşumunundur derken, biçimin bu edimi, bu
gizli yasasıdır bize kapalı olan. Nasıl kurulduğu, oluştuğu, bir yaratıya
aktarıldığıdır.
*http://www.mavimelek.com/gormeye_gitmek.htm
**İlhan
Berk, Kült Kitap Yapı Kredi Yayınları, 1998
Yorumlar
Yorum Gönder